Batı müziğinde iki sesin arası iki eşit parçaya bölünmektedir ve arada kalan ses diyez ya da bemol ifadeleriyle tanımlanır. Ancak Türk Müziğinde iki notanın arası her birine koma ismi verdiğimiz 9 eşit parçaya ayrılmaktadır. 1,4,5 ve 8 komanın özel isimleri ve harfleri(rumuz) vardır. Makamları ortaya çıkaracak olan dörtlü ve beşliler oluşturulurken bu isimler ve harflerden yararlanılır.
Eleştiri zor zanaat...
Cenk Koyuncu
Önce klasik bir soru ile başlamak istiyorum: Eleştiri nasıl başladı ve niye eleştiriyi seçtiniz?
Bu soruya iki türlü yanıt verilebilir: Birincisi, hikaye yazdım beğenmedim, şiir yazdım beğenmedim, onun üzerine eleştirmenliğe başladım denebilir. Magazine böyle bir yanıt vermiştim eğlenceli diye. İkincisi de insanların yaşamı Türkiye'de birtakım rastlantılara bağlı. Birçok şeyi kendiniz seçmiş olmuyorsunuz. Birdenbire bakıyorsunuz ki eleştirmen olmuşsunuz. Ben çocukluğumdan beri edebiyata meraklıydım. İlk defa 1943'te imzamı bir gazetede basılı olarak gördüm. Babaannemin ölümü üzerine yazılmış bir yazıydı. Lise yıllarında şiirler, hikayeler yazdım. Üniversitede bir iki hikaye yazdım, şiiri bırakmıştım o günlerde, eleştiriye başladım. Ekonomik, sosyal yazılar da yazıyordum. Sözgelimi Giresun'da çıkan Yeşil Giresun gazetesinde İktisat Fakültesi 3. sınıftayken bir yaz boyunca başmakale yazmıştım. Götürü olarak 25 liraya. Fakülte bittikten sonra bir kamu kurumunun bursuyla okuduğum için mecburi hizmet vardı, Anadolu'ya gittim. Orada, İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği yöneticilerinden olduğum için tutuklandım. Tutuklanmadan önce İktisat Fakültesi asistanlık sınavını kazanmıştım ve o kamu kurumu mecburi hizmetimi üniversiteye devredebiliyordu. Sınavı kazandığım sırada fakültede polis olan bir memurun dekana ihbarı üzerine o kadro lağvedildi. Dekan, Ömer Lütfü Barkan'dı. Bunlar olmasaydı ben üniversiteye İktisat Fakültesi asistanı olarak girecek ve iktisatçı olacaktım, bilim adamı olacaktım. O yıllarda ekonomiyi de en az edebiyat kadar seviyordum. İktisatçı olmak bende bir tutku halindeydi. Uğraştım ama Beyazıt'a gidemedim, Sultanahmet'te hapishaneye gittim. Bunun tek yararı mecburi hizmetin yanması oldu. Hapisten çıktıktan sonra Giresun'a gidip 3-4 ay kaldım; İstanbul'a döndüm.
İstanbul'daki çevrem hapiste tanıdığım genç komünist arkadaşlardı. Yeryüzü adında bir dergi çıkarıyorlardı ve benden yazı istediler. Ben de Yeryüzü'nde yazmaya başladım; Oktay Deniz imzasıyla. O Oktay Deniz imzası 1951- 52 yıllarında sürdü ve birdenbire kendimi yeniden edebiyata dönmüş olarak gördüm.
yazının devamı şuRada...
Cenk Koyuncu
Önce klasik bir soru ile başlamak istiyorum: Eleştiri nasıl başladı ve niye eleştiriyi seçtiniz?
Bu soruya iki türlü yanıt verilebilir: Birincisi, hikaye yazdım beğenmedim, şiir yazdım beğenmedim, onun üzerine eleştirmenliğe başladım denebilir. Magazine böyle bir yanıt vermiştim eğlenceli diye. İkincisi de insanların yaşamı Türkiye'de birtakım rastlantılara bağlı. Birçok şeyi kendiniz seçmiş olmuyorsunuz. Birdenbire bakıyorsunuz ki eleştirmen olmuşsunuz. Ben çocukluğumdan beri edebiyata meraklıydım. İlk defa 1943'te imzamı bir gazetede basılı olarak gördüm. Babaannemin ölümü üzerine yazılmış bir yazıydı. Lise yıllarında şiirler, hikayeler yazdım. Üniversitede bir iki hikaye yazdım, şiiri bırakmıştım o günlerde, eleştiriye başladım. Ekonomik, sosyal yazılar da yazıyordum. Sözgelimi Giresun'da çıkan Yeşil Giresun gazetesinde İktisat Fakültesi 3. sınıftayken bir yaz boyunca başmakale yazmıştım. Götürü olarak 25 liraya. Fakülte bittikten sonra bir kamu kurumunun bursuyla okuduğum için mecburi hizmet vardı, Anadolu'ya gittim. Orada, İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği yöneticilerinden olduğum için tutuklandım. Tutuklanmadan önce İktisat Fakültesi asistanlık sınavını kazanmıştım ve o kamu kurumu mecburi hizmetimi üniversiteye devredebiliyordu. Sınavı kazandığım sırada fakültede polis olan bir memurun dekana ihbarı üzerine o kadro lağvedildi. Dekan, Ömer Lütfü Barkan'dı. Bunlar olmasaydı ben üniversiteye İktisat Fakültesi asistanı olarak girecek ve iktisatçı olacaktım, bilim adamı olacaktım. O yıllarda ekonomiyi de en az edebiyat kadar seviyordum. İktisatçı olmak bende bir tutku halindeydi. Uğraştım ama Beyazıt'a gidemedim, Sultanahmet'te hapishaneye gittim. Bunun tek yararı mecburi hizmetin yanması oldu. Hapisten çıktıktan sonra Giresun'a gidip 3-4 ay kaldım; İstanbul'a döndüm.
İstanbul'daki çevrem hapiste tanıdığım genç komünist arkadaşlardı. Yeryüzü adında bir dergi çıkarıyorlardı ve benden yazı istediler. Ben de Yeryüzü'nde yazmaya başladım; Oktay Deniz imzasıyla. O Oktay Deniz imzası 1951- 52 yıllarında sürdü ve birdenbire kendimi yeniden edebiyata dönmüş olarak gördüm.
yazının devamı şuRada...
Yorumlar