Ana içeriğe atla

Kayıtlar

OKUYUP AYIRDIĞIM ÇARPAN YAZILAR etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Makamsal Türk Müziğinde Aralıklar ve Koma Değerleri

Batı müziğinde iki sesin arası iki eşit parçaya bölünmektedir ve arada kalan ses diyez ya da bemol ifadeleriyle tanımlanır. Ancak Türk Müziğinde iki notanın arası her birine koma ismi verdiğimiz 9 eşit parçaya ayrılmaktadır. 1,4,5 ve 8 komanın özel isimleri ve harfleri(rumuz) vardır. Makamları ortaya çıkaracak olan dörtlü ve beşliler oluşturulurken bu isimler ve harflerden yararlanılır.

ROMEO ve JULIET

ROMEO ve JULIET TRAGEDYASI ÜZERİNE Dört yüz yıldan bu yana, parlaklığından bir şey yitirmeden günümüze gelen Shakespeare’in romantik tragedyası, Romeo ve Juliet, aslında doğuda batıda, kuzeyde güneyde, birçok ülkenin halk öyküleri içinde yer alan, bilinen bir aşk temasını ele alır. Birbirine düşman iki ailenin gençlerinin birbirlerini sevmesi aslında çok işlenmiş bir temadır. Bu temanın ortaya çıkaracağı konu da nerede olursa olsun aşağı yukarı aynı olacaktır. Ancak bir yapıtın ölmezliği işin öyküsünde değil, o öykünün yazarı tarafından ele alınışında varolur. Hele sahne yapıtında, dil, üslup, biçim kadar, o öykünün dramatik değeri de önemlidir. Shakespeare, kâğıt üzerinde olduğu kadar, dramatik aksiyonu da en etkin biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu oyunda, yalnızca iki gencin umutsuz aşkları değil, her yaştaki insanın birbirine olan davranışındaki insanı derinden sarsan ilişkileri de önemlidir. Bu oyun yalnızca Romeo ve Juliet’le değil, büyüğünden küçüğüne bütün karakterlerin sahne üzeri

Borç almaya alışan, emir almaya da alışır!

4.Murat durmadan çevredeki küçük ülkelere borç verirmiş.. Dayanamamış Vezir, birgün Padişaha; - " Yüce padişahım, biz bu ülkelere niye durmadan para veriyoruz ki! "  demiş... 4.Murat'da; - " Borç almaya alışan, emir almaya da alışır! " demiş... miş de miş miş ! +-+-+-+-+ Borçlu Erik çiçek açmış da bahçenin kıyısında  Sen ona hiç bakmadan geçmişsen oracıktan  Leylek dansa durmuş da bacanın tepesinde  O baharlım laklakını durup dinlememişsen  Şakır şakır bir tren bir gece köprüsünden  Islıkla dalmamışsan gurbet türkülerine  Akasya mor akasya ak akasya sarı sarı sarkmış da bahar mavilerinden  Yaşamak ne güzel şey diye ağlamamışsan  Çocuklar birdirbir oynuyorlar da çöplük arsada  Dikilip yanıbaşlarına göğüs geçirmemişsen  Yanından geçip gitmiş de çilekçinin arabası  Kaçtan veriyorsun hemşerim diye yutkunmamışsan  İskelenin tepesinden türkü döken gurbetçi gence  Varolasın koçum benim diye el sallamamışsan  Bahar dalı gömleğiyle utangaç bir uçurtma

Niçin Sanat Bölümü

Felsefenin bittiği yerde sanat mı başlar? Birçok büyük düşünür, sözlerinin yetmediği yerde sanata sığınmıştır. Birçok sanatçı da yapıtlarıyla felsefi söylem üretmiştir. İçimizdeki ve dışımızdaki dünyaların gerçekliğini betimlemede kullandığımız tüm diller sonuçta “insana özgüdür”. İnsanoğlu, gerçeklik! ile onun temsili arasındaki boşluğa, sanat yoluyla sızmaya çalışmıştır. Sorun sadece temsil de değildir. İnsana özgü varoluşsal sorular, yaşantıların içerdiği sıkıntılar karşısında, “düşünme/dil” in çaresizliği, yetmezliği de duyumsanır. O noktadan sonra, yine sanat, iş başındadır. Düşüncenin söz/metin ile sunulduğu felsefi yapıt ile sanat yapıtının örtüştüğü birçok alan vardır. Bilindiği gibi felsefenin temel konularından biri de, sanat üzerine üst dil oluşturan “estetik” tir. Sanat ve felsefe, birlikte, kimi zaman da karşıtlaşarak, dünyanın insan eliyle çoğaltılmasının, genişletilmesinin olanaklarını sunar. Düşünür, sanatçı olduğu ölçüde filozoflaşır. Yapıt duygu ve düşünceyi çoğalttı

Kurşunkalem...

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu : - Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ?   Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı ? Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi : - Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli. Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin. Çocuk kaleme merakla baktı ama özel bir şey göremedi. - İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki ! - Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun. Birinci özellik : Harika şeyler yapabilirsin ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Tanrı'dır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir. İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu k

New Jersey’de Kafkas Dansı

Yazar: Meliha Başal Buralara bahar gelmez doğrudur. Namık Kemal, “11 ay kaldım ama baharı hala görmedim” demiş. Ama biz öğretmenler olarak bütün mevsimleri taşıyoruz hayatın donmuş yüzü Kars’a. Hem işte burası da bizim için New Jersey kadar hareketli. Gelen her öğretmenin şikâyetidir ‘sıkıntı’. Yapacak etkinlik yok, gidecek yer yok sözleri buradaki memurların ortak anlayışıdır. Avuç içi kadar bir ilçe Arpaçay ve iki cadde. Ne yapılabilir ki burada karlar erimedikçe. Biz arkadaşım Abdullah ile Arpaçay ‘ı New Jersey ilan ettik. Yollarda arabanın içinde bir o yana bir bu yana bir öne bir arkaya gidip gelmekten şikâyet etmeyeceğiz artık. İlçede at arabasının kasasında oturup bize bakan insanları seyretmekten zevk alacağız. Okul çıkışlarında koyun sürülerinin içine biz de dalacağız. Hem düşünsenize kaç öğretmen yılın yedi ayında kardan adam yapma şansına sahip? Ya da bu kadar çok hayvanlarla haşır neşir olma ihtimali? Action Merkezi İngilizce kursu veriyordum ve çok zevkli geçiyordu. Hem ö

MUM

Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile, asıl ilk mumu görmüş sayılır. Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan; hiçbir farkı yoktur. İstersen son mumun ışığını gör; istersen geçmişlerin mumunu gör. Mevlana

Çingenelerin Mitolojisi

Eski literatürlerde Cingeneler’in inanç ve dinine ayrılmış olan bölümler, monoton bir biçimde tekrar edilen şu iki düşünceyle sınırlıdır. Buna göre Çingeneler’in herhangi bir dini yoktur ve olsa olsa misafir oldukları halkların dinine görünüşte uyum gösterirler. Bir de Romanya ve Macaristan’da yaygın olan bir fıkra vardır ki, o da vaktiyle Çingeneler’in kilisesinin domuz yağından inşa edilmiş ve daha sonra köpekler tarafından yenmiş olduğudur.(14) Bunun nedeni ise, geçimini daha ziyade hırsızlık ve dolandırıcılıktan temin eden bir halkın hiçbir inanç ve ahlaka sahip olamayacağı yolundaki önyargının dışında, esasen Çingeneler’in çekingenliğinde yatmaktadır. Onların ‘dinsiz’ oluşu, misafir oldukları halkların kendilerine zulmetmesine ve bu nedenden ötürü kendilerine zorunlu olarak sağlam inançlı birer Hıristiyan ya da Müslüman süsü vermelerine yol açmıştır.(15) Bu tarihsel ve sosyal-dinsel koşullar, Çingeneler’in aşırı, hatta neredeyse tabu diyebileceğimiz bir dikkat ve ürkeklikle dışarı

özLemek...

B B irden özleyiveriyorsunuz... Çoktan unuttuğunuzu sandığınız ya da yalnızca bir kere karşılaştığınız ve özlemek için yeteri kadar tanımadığınız birini bir sabah çılgınca özleyerek uyanıyorsunuz. Rüyalarınız, içinizdeki o gizli, esrarını ele vermez büyücü, siz çarşaflarınızın arasında, bütün tehlikelerden uzak,güvenle yattığınızı sandığınız bir anda, usulca ruhunuza sokulup, sizden habersiz oralara yığılmış cephanelikleri birer birer ateşleyiveriyor. İnfilaklarla sarsılarak uyanıyorsunuz. Hayatınızda olmayan birini hayatınıza almak, ona dokunmak, onun sesini duymak için kıvranırken buluveriyorsunuz kendinizi... Özlemek, o yakıcı istek, bilinen herşeyi ve önem sırasını değiştiriveriyor. Özlediğiniz ise çok uzaklarda... Yanında olmasını istediğiniz halde yanınızda olmayan bir tek kişi, yanınıza bile yaklaşmadan, hatta onu özlediğinizden ve onu istediğinizden haberdar bile olmadan, bütün hayatı, bütün görüntüleri eritip başka kılıklara sokuyor... Ahmet Altan

BU FIRTINA DA GEÇECEK

H iç bitmeyecekmiş gibi görünen bir fırtına hatırlıyor musunuz? Bir sonraki günü nasıl göreceğinizi düşündüğünüz, çok derin ve anlaşılmaz karanlık bir gece hatırlıyor musunuz? Kendinizi yalnız ve yoksun hissettiğiniz, yüzünüzü dönecek kimsenin olmadığı ve inancınızın erişilebilir olmadığı zamanlar? Ve fakat fırtına geçti. Sona erdi. Ve gün, dağların arkasından yine doğdu ve karanlık, yerini parlak bir pembeye, sonra maviye bıraktı ve inanç tekrar yerine geldi; güller güzel başlarını güneşe doğru kaldırdılar… Güneş her zaman parlar, size etraf karanlık görünse de. Fırtına her zaman diner, hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de. Ve gökyüzünden yeryüzüne düşen yağmurlar nimetlerdir. Sizi en çok korkutan fırtına zamanın esnekliğinde sevgiyi güçlendirir. Her şey hareket eder ve değişir ama bir tek şey gerçek kalır: Sevgi. Ve şu an sevgiden yapılmıştır, bitmeyen bir huzur havuzunda tutulan sevgiden. O merkezinizdedir ve sevgiyi tutar. Öyleyse en acı fırtınada, sıcaklık, sevgi ve huzur için m

UNUTMUŞUM

B aRışı isterken savaşı da beraber çağırdığımı, zevkin içinde acının olduğunu, yalnızca tek başına doğruyu kabul ederken arkasında hemen yanlışın da bulunduğunu, karşıtların; dualistik sistem gereği birlikte gelip gittiklerini, Kendi Gerçekliğimin, Gönül dergahımda olduğunu, dışarı gittikçe kendimden uzaklaşacağımı, içime yürüdükçe cennetime varacağımı, Gözüme görünen, kulağıma gelen ve deneyimime katılan her şeyin beni bana yansıtan bir ayna olduğunu, gitmesi gerekenlerden arınıp, yüreğimin seçimlerinde cesurca durmam gerektiğini, Kanal mesajlarını, medyumları, hocalarımı, gurularımı kitaplarımı her an yanımda taşıyamayacağımı ve içime yürüdüğüm yolda bir yerde ve bir An’da onları da sevgiyle bırakmam gerektiğini, Herkesin ancak ve ancak kendisi olabileceğini, hiç kimsenin benim Gerçeğimi ifade edemeyeceğini, bilemeyeceğini ve görmeyeceğini, Ben dengelendiğimde dünyanın da benimle dengeleneceğini, ben değiştiğimde dünyanın da değişeceğini, sadece ve sadece kendimi değiştirebilec

'Engel'lenemeyen Çocuklar

Koca bir metropolün göbeğinde, varlıklarından habersiz yaşadığımız engelli ve kimsesiz çocuklar... Bugünün, yarının yetişkini olacak çocukları onlar. İçlerinde, içimdeki çocuğa kardeşlik yapanları var. Bu çocuklar, ahşap rengi bir tuvale beyaz renkte umut çizmeyi öğretti bana... Röportaj: Eray Çetinkaya Zeytinburnu Zihinsel Engelli Çocuklar ve Rehabilitasyon Merkezi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? 2001 yılında 50 kişilik kapasite ile açıldık. Şu an engelli olarak bakıma muhtaç çocuklara kapasite üstü çalışıyoruz. Aile yanında bakılanlar dâhil toplam 75 kayıtlı çocuğumuz var. Bunların 64’ü bilfiil kurumumuzda bakılmakta. Peki çocuk 18 yaşına geldiğinde bu engelli çocuklar ne oluyor? Çocuk normal ise ve okuyor ya da çalışıyorsa devlet 18 yaşına gelene kadar bakar. Ancak çocuk engelliyse, bakıcı aile tarafından desteklenmiyorsa, devlet yaşamı boyunca bu çocuğa bakıyor. Bu konuda gittikçe Avrupa Standartlarına doğru yaklaşıyoruz. Kurumun günlük yaşantısında en çok zorlandığınız

empati dersi

* Ortaokuldayken sınıf arkadaşlarımdan birisiyle ciddî bir tartışmaya girdim. Onun haksız olduğundan, kendiminse haklı olduğumdan emindim. Öğretmenimiz bize çok iyi bir ders vermeye karar verdi. Bizi bütün sınıfın önüne çıkardı ve onu masanın bir tarafına, beni de diğer tarafına yerleştirdi. Masanın tam ortasında yuvarlak bir nesne vardı. Siyah renkli bir nesne. O çocuğa nesnenin rengini sordu. Çocuk, "Beyaz!" diye cevapladı. Söylediğine inanamadım, çünkü nesne siyahtı. Yeniden tartışmaya başladık, bu defa da nesnenin rengi hakkında. Öğretmen beni çocuğun yerine, onu da benim yerime geçirdi, bana nesnenin rengini sordu. "Beyaz!" cevabını vermek zorundaydım; çünkü belli ki nesnenin bir tarafı beyaz, diğer tarafı siyahtı. Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi. Karşımdaki kişinin bakış açısını anlamam İçin kendimi onun yerine koymam gerekiyordu. * Judie Paxton

ORFF TEKNİĞİ İLE VERİLEN MÜZİK EĞİTİMİNİN MATEMATİK YETENEĞİNE ETKİSİNİN İNCELENMESİ

ORFF TEKNİĞİ İLE VERİLEN MÜZİK EĞİTİMİNİN MATEMATİK YETENEĞİNE ETKİSİNİN İNCELENMESİ NOT:Bu araştırma orff öğretisi temelinde verilen müzik eğitiminin 5-6 yaş çocuklarının matemetik becerilerine etkisinin incelenmesi amacıyla yapılmıştır.. http://www.4shared.com/file/24327831/d42a8a81/ORFF_TEKN_LE_VERLEN_MZK_ETMNN_MATEMATK_YETENENE_ETKSNN_NCELENMES.html

Bir Masal \ Murathan Mungan

Yüzyıllar önce yüzyıl uyuyan bir prenses varmış ,bir büyücünün zulmünün esaretinde kimbilir belki olabilecek bir uyanışı beklemiş yüzyıl boyunca. İşte o masal; Her masalın ,her söylencenin uzun uykusunda bir uyanma vakti vardır.Ve o gelmeden girişilen her eylem bir serüven yalnızlığı olarak kalır.Öyle anılır. Ve yüzyıl sonra vadesi erişip bir prens çıkmış ortaya.Masalın ve yüzyılın kendisine verdiği bu görevi seve seve üstlenmiş; zaten uyuyan güzel hakkında yüzyıldır söylenegelenlerin etkisinde daha onu görmeden deliler gibi tutulmuş ona.Kendisine verilmiş misyona mı,uyuyan güzele mi aşık olduğunu ayıredemeyecek kadar toymuş o zamanlar.Böylelikle hayranlığın ,sevginin,sevdanın,aşkın,cinselliğin ve beraberliğin bir kulak dolgunluğu olduğunu birkez daha görüyoruz "Bizim"sandığımız birçok duygunun,düşüncenin,değerin ve doğrunun içimize usul usul işlenmiş bir kulak dolgunluğu olduğunu... Ve prens dudaklarında yüzyıldır beklettiği öpücüğüyle birlikte saraya doğru yollandı. Masalın

öğretmen çocuklara bir yalan söyledi !!!

Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Mediha onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu. Bayan Mediha nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı. Mustafa nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli

BİR KELEBEĞİN HİKAYESİ

 Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında, küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi. Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi. Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü. Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı. Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bede

NE OKUMALIYIZ?

Kimimiz derslerini geçmek için, kimimiz ekmek parası kazanmak için, kimimizse boş vakitlerini değerlendirmek için okuduğunu söyler eder durur. Çünkü okuduklarımıza kılıf uydurmaya bayılırız. Azıcık aklı olan, okumanın bunlardan öte bir eylem olduğunu rahatlıkla anlayacak kabiliyete sahiptir. Esasında bu kabiliyet bizde ezelden beri bulunmaktadır; ancak bu mesele bizi ne okumamız gerektiğinden uzaklaştıracağı için bu kaideyi görmezden geliyorum. En başta bilinmesi gerekir ki okumanın hiçbir kılıfı olmaz, olamaz. Hepimiz bir araya gelip bir çuval dolusu neden de bulsak, bu nedenler okuma eyleminin karşısında kimliksiz kalır. Zira okumayla gelen eylem, bahsi geçen eylemlerin hepsinin ötesindedir. Ötesindedir çünkü, uydurduğumuz kılıfın içini ya da dışını dolduran sadece okuma eylemidir. Okul, iş, aile ve hatta toplumsal yaşamımızda bulunan rolleri yahut statüleri okuyarak değil, bu eylemi yerine gereğince getirdiğimiz (ya da getiremediğimiz) için edinmişizdir. Serüvenin sonuna gelmeden ya

NASIL OKUMALIYIZ?

Okumak, “aşk”tır. Aşkın yeri ve zamanı olmadığı gibi, okumanın da yoktur. Öyle ki okurken gece, gündüze; yer, yatağa; karanlık, ışığa karışır. Dolayısıyla, düşünebildiğiniz her yer, okuyabileceğiniz yer anlamına da gelir. Okuyan, bu haliyle, mekânın ötesine geçer. Kalabalık, gürültü, sessizlik hepsi, okuyanı rahatsız etmemek için, ayrı bir safa toplanır. Okuyan, yeter ki okuduğunu anlasın, tüm dünya onun için kul, köle olur. Ama dünyanın kalbinden kopan bunca büyük ödünü hakketmek için de ama gönülden, ama aşkla, ama coşkuyla okumak gerekir. Gönlünüzde o aşkı, o coşkuyu hissettiniz mi, ne yorgunluğunuz kalır ne de yaşamınızı uzatan kalbiniz. Evren, sizin için susmuştur. Sanki evren, okuduklarınızı daha iyi anlayabilmeniz için ağzınızın içinde dönüp duran dilinizden dökülenleri dinlemektedir. Ahenk, başka nasıl olur ki? Bunu bilmediniz mi? Yaşamadınız mı? Üzülün! Elbette ki üzülün. Okurken harfleri seçmeye çalışan gözlerinizi, daha çok görmesi için ovalamadınızsa; ayaklarınızı, uyuşuklu